‘Farkın’a Var
Onların bir kısmı orta veya düşük bütçeli ailelerin çocuklarıyken, diğer bir kısmı ise doğuştan hiçbir eksiği olmadan büyüyen ailelerin çocukları oldular…
Durumu çok iyi olmayan o çocuklar, devlet üniversitelerinde adeta survivor mücadelesi kadar zorlu ama bir o kadarda mutlu dönemlerden geçip mezun olurken, o zengin çocuklar yurt dışında veya yurt içindeki en iyi üniversitelerde güle oynaya ailelerinin onlara sağladığı yüksek bütçelerle eğitimlerini tamamladılar.
Kenar semtin veya Anadolu’nun o çocukları “paylaşmak” gibi dünyanın en güzel kavramıyla hayatta kalırken, birilerinin çocukları bireysel kazanma konusunda hırsla büyüdü.
Paylaşan gençler; arkadaşlık, kardeşlik ve dolayısıyla empati kavramını çocukluktan beri uyguladığı için manevi değerlere önem verirken, daha fazla kazanma hırsıyla büyütülen çocuklar bu değerleri hiçbir zaman kavrayamadılar.
Bu çocuklar mezun olduktan sonra –sizlerin de tahmin edebileceği gibi- bir kısmı yabancı dil(ler) avantajını elde ederken diğer kısmı ise sadece sevgi dilini bilmekle yetindi.
Sevgi dilini bilmek, paylaşmak, empati kurmak gibi kavramlar işyerinde hiç bir zaman önemli bir kriter olarak görülmedi. Yabancı dil bilmek çok daha önemliydi. Ayrıca dil bilenlerin bir avantajları daha vardı; iyi okullarda okumaları…
Şimdi şirketleri dışarıdan gözlemliyorum da insan kaynakları direktörleri veya müdürleri bilmem ne üniversitesinin İK ile alakasız bir bölümünden mezun… Ama direktörün diksiyonu mükemmel. Yabancı dili şahane… Okuduğu okul, katıldığı o afili etkinlikler özgeçmişinde göz kamaştırıyor ve haliyle ilk dikkati de onlar çekiyor. Peki, insan kaynaklarının temel amaçlarından birisi işçilerin sorunlarını çözebilmek ise onları anlaması ve candan dinlemesi de gerekmiyor mu? Gerekmiyor arkadaşlar.
Birçok İK direktörü ve müdürüyle tanıştım. Yerinde oturmayı tercih ediyorlar. Kalkarlarsa egoları sarsılabilir. Çalışanına dokunanların sayısı çok ama çok az. Bu ister mavi ister beyaz yaka olsun…
Sonuç olarak, benim insan kaynakları departmanından sorumlu olacak bir kişide ilk baktığım özellik; çalışanına dokunabiliyor mu? İşveren karşısında güçsüz ve savunmasız durumda bulunan işçinin hakları yenilirken yanında yer alabiliyor mu? Sesini çıkarabiliyor mu? Yoksa işveren yandaşlığını mı yapıyor? Bu soruların cevabını siz verin. Benim gözlemim; bu kişilerin sadece kendi hakları yenildiğinde savunmaya geçip, ses çıkan tipler olduğudur.
Not: Tabi ki bu genellenebilir bir durum değildir. Arada her iki taraf içinde mutlak istisnalar vardır.
Sevgiyle kalınız.
Ali DİLBER
HumanResourcesDepartment
twitter.com/HRDKariyer