Benim Sadık Yarim: Aşık Veysel
Hayat ne kadar garip; bir kapı kapatırken binlerce kapılar açıyor. Veysel Şatıroğlu, 1894 yılında Sivas’ın Sarıkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Annesi Gülizar, babası “Karaca” lakaplı Ahmet adında bir çiftçiydi. Veysel`in iki kız kardeşi, yörede yaygınlaşan çiçek hastalığına yakalanarak yaşamlarını yitirdi. Ardından Aşık Veysel de 7 yaşında aynı hastalıktan dolayı iki gözünü de kaybetti. Aşık Veysel, gözlerini kaybettikten sonra şu kelamları etmiştir:
“Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kaydı ve düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım… Çiçek zorlu geldi. Sol gözümde çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan.”
O dönemler I. Dünya Harbi’nden dolayı seferberlik zamanıydı, Veysel`in tüm arkadaşları cephede, o köyde tek başına kalıyor. Hem yalnızlık vuruyor hem de vatana borcunu ödeyememe duygusu altında eziliyor. ‘Ne yazık ki bana olmadı kısmet, düşmanı denize dökerken millet’ diyerek bir kez daha kahroluyor.
Babası “Karaca” lakaplı Ahmet, saza ve söze meraklı. Aşık Veysel`e oyalanması için aldığı bağlama Veysel`i Aşık yapan… İçindeki karanlığı ışık olarak yansıtır sazının telleri aracılığıyla.
“Gözü karanlıktı, gönlü aydınlık,
Herkes onun gibi görse, memlekette kötülük kalmazdı.”
Seferberlik bitimine yakın Gülizar anneyi bir endişe basar. Ya bize bir şey olursa Veysel’im ne yapar. Akrabaları olan Esma ile evlendirmeye karar verirler. Esma, pekte güzel bir kadınmış. Veysel`e can suyu olmuş ama aynı Esma, Veysel`i hayattan koparan kişi de oldu.
“Talih çile kader sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.”
Bir kızları birde oğulları oldu. Oğlu henüz 10 günlük iken annesi süt emzirirken boğulur… O ara Veysel`in abisinin de bir çocuğu olur ve yardım etmek için Hüseyin adlı bir yardımcıyı yanlarına alırlar. Bir söylentiye göre Esma`nın gönlü Hüseyin`e kayar. Veysel görmese de hisseder, kızları altı aylıkken Hüseyin ile birlikte kaçmaya karar verirler.
“O sazının teline vurdu, “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” dedi, biz güzelliğimize güvenmemeyi öğrendik.”
Bafra civarında bir çeşmenin yanında soluklanmaya karar verirler. Bitkin ve açlar, ceplerinde bir kuruş dahi yok. Esma çoraplarını çıkarıyor ve bir bakıyor ki içinde bir tomar para. Aşık elinde altı aylık bebesi ile kalırken, yine de gönlünü verdiği kadına kıyamayıp rahat etsin diye ona birikimini vermiştir. İki yıl boyunca kucağında bebesiyle gezer durur. O da hayatını kaybeder.
Yurdu vatanı kendisine dar olur. En yakın arkadaşı, yoldaşı İbrahim ile birlikte yola düşerler. Köyünden fazla uzaklaşmayıp civar köylerle çalıp söylerken Gülizar ile tanış olur. Evlenirler ve ömürlük sevdiğinden altı çocuğu olur. 1930 yılında Sivas Maarif Müdürü olarak görev yapan Ahmet Kutsi Tecer ile Kutsi Bey tarafından düzenlenen bir şairler gecesinde tanıştılar. Hayatının belki de en büyük dönüm noktası olmuştur.
1933 yılında Cumhuriyet`in 10. yılı münasebetiyle Ahmet Kutsi Tecer direktif vererek Halk Ozanlarının Cumhuriyet ve Atatürk için şiirler düzer. Bizim Aşık Veysel`de yazar. O zamana kadar ustaların eserlerini icra eder Aşık…
Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası,
Kurtardı vatanı düşmanımızdan.
Canını bu yolda eyledi feda,
Biz dahi geçelim öz canımızdan.
Cumhuriyet Destanı şiiri ile şairleri mest eder. Bu şiiri Ataya gönderelim diye bir teklif sunarlar. Aşık bu teklifi kabul eder lakin bir şartı vardır. ‘Ataya ben kendim gider, kendim okurum’ ‘der. Yoldaşı İbrahim ile ayaklarında çarık bellerinde kayış yalın ayak başı kabak yollara koyulurlar. 3 ay gel teperler ve sonunda Ankara`ya varırlar. Ama ne Ata`yı görür ne de şiirini okur. Eşi Gülizar, bir Ata`yı göremediğine birde askere gidemediğine yanar, derdi.
Bir avukat bir matbaaya gitmelerini ve orada bastırmalarını teklif eder. Aşık ve yoldaşı İbrahim ile yola düşerler. Şiirini okuyan Aşık dinleyenleri mest eder. Hâkimiyeti Milliye gazetesinde 3 gün yayımlanır. O saatten sonra, halk şiiri değil halk şuuru, derler.
Aşık’ın umutlu bekleyişi sonuçsuz kalır. Memleketin yolu görünür. Bir sıkıntı vardır. Cepte beş kuruş para yok…Ee ne yapılacak şimdi… Belediyeye giderler, siz sanatçı adamlarsınız nasıl geldiyseniz öyle gidersiniz, diyerek geri çevrilir. Bu kez halk evlerine giderler sonuç aynıdır. Tam ümitleri bittiği anda oradaki biri Aşık’ı tanır. Hor görenler itaat eder ve hürmet gösterirler. Bu kez kendileri için halk evinde konser düzenlenir. Ceplerine bir miktar para koyarlar. Tekrardan memleketlerine dönerler.
Aşık’ı bir süre geçtikten sonra İstanbul’a çağırırlar. Bu kez sesini daha çok duyuracaktır. Radyodaki spiker, “İyi söyle bak herkes seni dinleyecek’ der. Ne yapacağını bilemeyen Aşık bağıra bağıra söylemeye başlar. Kendisini dinleyen biri sesinden çok etkilenir ve evine davet eder. İkinci gün bir haber ile tekrardan yıkılır. Yayın sırasında Atatürk’te Veysel’i dinler ve getirin onu bana der. Veysel o sırada radyoda yokmuş. Bu kez Veysel Dolmabahçe’ye Ata’nın yanına gider. Fakat nafile ‘O zevk zamanıydı şimdi çalışma zamanı’ der. Mustafa Kemal’e bir daha ulaşabilmek için telefon numarası alırlar ama o telefon hiç gelmez. Kahrolur Mustafa Kemal vefat ettiğinde bu ağıtla anar.
Ağlayalım Atatürk’e,
Bütün dünya kan ağladı.
Başbuğ olmuştu mülke,
Geldi ecel can ağladı.
1940`lı yıllar Veysel’in en verimli dönemi olur. Köy Enstitülerinde saz hocalığı yapmaya başlar. Onun için 65`li yıllarda özel kanun çıkarıldı ve maaşa bağlandı. Bir nebze de olsa hayatının geri kalanında rahat bir hayat yaşaması için… Şiirlerini geliştirdi, ustalarla sohbet ederek. Okuma yazması yoktu, ilk önce aklında yazardı. Yakınlarından okuma yazma bilen birisine yazdırırdı. İlk şiirini 39 yaşında yazabildi, utanırdı başka birine mi aşık demesinler diye. Saz eşliğinde plak dolduran ilk sanatçı oldu.
Gözlerinin göremeyişi kulaklarını sarsmaya başlıyordu. Sıkıldı artık büyükşehirden, köyüne döndü. Bir elma bahçesi kurdu. Aşık Veysel`in elması diye satılıyordu. Hayat gözünü kör etmişti lakin gönlünü aydınlatmıştı. O yüzden doktorların tekrardan görebilme imkanın var denildiğinde reddetti.
“Aşık gözüyle değil, gönlü ile görebilen adamdır.”
60`ların ortasına doğru durumu iyice ağırlaşmıştı.15 Ağustos 1971`de Hacı Bektaşi Şenliklerinde sahne alacaktı. Sahneye çıktı koca bir kalabalık ‘Kara Toprak’ diye bağırıyordu. Sayın seyirciler zaten üstümü örtecek bir avuç toprağım var. Size daha ne vereyim? Der. Bir anda bir sessizlik hakim oldu. Vurdu sazının teline yarım kaldı türküsü. Bu onun son konseriydi. 1972 yılında kanser teşhisi konuldu. Doktorlar kalbini dinlemek istedikleri zaman ’benim kalbimde gizli şeyler var. Onu görürsünüz sonra’ diyerek reddetti.
Hastaneye gitmek istemedi, beni anamın doğurduğu, hangi toprakta dünyaya getirdiyse oraya götürün. Ben zaten yaşayacağım kadar yaşadım, dedi. Keşke Cumhuriyetin 50.yılını görseydim. Mezarının başına taş konulmasını da istemedi. Topraktan geldim toprağa gidiyorum, dedi. O toprakta vatanına yararlı olsun, otlar bitsin çiçekler açsın, koyun yesin et olsun kuzu yesin süt olsun, isterdi.
Artık veda vakti geldi çattı. Son kez aldı eline sazını öptü kokladı… Son vedasını etti.
Eşim dostum yavrularım,
İşte benim sonbaharım.
Veysel karanlık yollarım,
Gelmez yola gidiyorum.
Artık han kapısının çıkışına gelmişti. Usulca geçti o kapıdan ve gerçek aydınlığına kavuştu.
Uzun ince bir yoldur. Tek dostun kara toprak olduğunu, güzelliğin kendinle var olacağını sazıyla sözüyle nakşetti kalbimize. Sevginin ne demek olduğunu, ya benim ya da kara toprağın değil, mutlu olacağı yerde, aşkın gözlerde değil kalpte yaşanacağını öğrettin bize.
Ahmet BERKÖZ
Yazarımızın diğer yazıları:
Diğer blog yazılarımıza göz atmayı unutmayın!